27 Mayıs 2013 Pazartesi

BİR BAŞARI-SIZLIK HİKAYESİ

Markafoni'nin girişimcisi Tolga Tatari anlatıyor :

Başarısızlıkla karşılaştığınız zaman neden başarılı olamadığınızı düşünün, çünkü her başarısızlık başarının doruklarına giden yolda yeni bir adımdır.”  demiş C. F. Kettering

Hakikaten de iş hayatında başarılı olmuş girişimciler genelde başarısızlık ile ilgili çok daha rahat konuşur, başarısızlıklardan, travması olmayan, alınması gereken dersleri alıp gerisini takmayacağınız, kolay atlatılır bir olaymış gibi bahsederler. Hatta bazı başarısızlık hikayeleri o kadar ilgi çekicidir ki başarılı girişimciler başarıya giden yolda yapılmış ufak kazaları ile övünür, göğsünü gere gere anlatırlar.

Başarısızlığı hazmetmek, her zaman özlü sözlerde olduğu gibi kolay olmayabilir. Hele bazı başarısızlıklar, özellikle 30′lu yaşları geçmiş girişimciler için kaybedilen vakit ve nakitin sonucu, “Aman canım, ders alıp geçtim” diyemeyecekleri travmaları yaratması kuvvetle muhtemeldir.
Ben de bu yazıda başımdan geçen, her ne kadar travmatik sonuçları olmasa da ve geçmişe bakıp gülümseyerek hatırlasam da nasıl dersler çıkarmam gerektiğini bilemediğim bir başarısızlık öyküsü anlatmak istiyorum.

Markafoni’yi yurt dışına açma kararını son derece hızlı aldık ve ilk denememizi Avustralya’da yapmaya karar verdik. Tüm zorluklarına rağmen markafoni Avustralya’nın (brandsexclusive.com.au) başarılı ve hızlı büyüyen bir şirket olması bizi cesaretlendirdi ve “eğer bu kadar uzak ve çok da iyi tanımadığımız bir pazarda başarılı olabiliyorsak bunu her yerde yapabiliriz” diye düşünmeye başladık. O zamanki yatırımcılarımızdan birinin referansı ile Güney Kore’de yaşayan ve profesyonel hayattan girişimciliğe geçme niyeti olan, Will Hugo Yong ile tanıştık. İstanbul’da yaptığımız gün boyu süren uzun topantılar sonucunda Will’e kanımız ısındı, güney Kore’deki ilk özel alışveriş klübünü kurma fikri hoşumuza gitti, Güney Kore’nin iştah kabartıcı rakamlarına heyecanlandık ve kararımızı verdik. markafoni’yi Güney Kore’de açmalıyız!

BrandMarka Login

Will ülkesine geri döndü, ofis arayışlarına girdi, şirket kuruluşu için girişimler başlatıldı, bir yandan web sitesinin tercümesi başladı (Korece klavyeler büyük bir mücadeleden sonra bulundu). Şirketin adına brandmarka koyuldu (neden sormayın, bu kelime oyununu oradaki ekibin pek bir hoşuna gitti) Amacımız Türkiye’de çalışan sistemin birebir aynısını orda kurmaktı. Yapılacak olan tek değişiklik kredi kartı ile ödeme adımında Türk bankaları yerine Güney Kore bankalarına bağlanmak olacaktı. Çalışmalar tam gaz devam ederken, hem oradaki ofisi görmek, hem ekiple tanışmak, hem de teknik toplantıları yapmak için 3 günlüğüne atladım uçağa ve 2010′un Mart ayında beni bekleyen süprizlerden bi haber Seoul’e gittim.

Seoul çirkin ama etkileyici bir şehir, sanki teknoloji olarak dünyanın bir 10 sene ilerisinde gidiyorlar. Şehrin bazı bölgelerinde kendimi Blade Runner filminin içerisinde gibi hissettim (daha o zaman Tokyo’yu görmemiştim). İlk günümü şehri gezmeye ayırdım, inanılmaz bir alışveriş çılgınlığı, neredeyse kundaktaki bebe cep telefonu ile oyun oynuyor, nüfusun neredeyse tamamı internet kullanıcısı… İştah kabartıcı!

Akşamüstüne doğru Will beni falcıya götürmesi gerektiğini, Seoul’deki en meşhur “iş falcısı!”ndan randevu aldığını, falcının Hyundai ve Samsung’un patronlarına fal baktığını, günde sadece bir kişiye fal baktığını, müşterilerinden para almadığını, eğer dediklerini uygular ve başarılı olursan büyük bir hediye vermen gerektiğini, bu falcıdan gün almanın inanılmaz zor olduğunu, o yüzden mutlaka gitmemiz gerektiğini söyledi. Ayrıca Koreliler için yeni bir işe başlamadan önce ortakların beraber falcıya gitmeleri önemli bir adetmiş. Daha fazla itiraz etmenin kabalık olacağını hissederek istemeden de olsa kabul ettim (ama içimden bir ses, eğer bu fal olayı bunlar için bu kadar önemliyse ve de bu falcı olumsuz konuşur, hele bir de “bu ortaklık yürümez” derse, işte o zaman saçma olur diyordu)
Arabayla devasa bir malikanenin önünde durduk, Will bu malikanenin falcıya Samsung’un sahibinin oğlu tarafından hediye olarak alındığını söyledi. Kapıyı sonradan falcının yardımcısı olduğunu anladığım genç bir çocuk açtı, Will önde ben arkasında hayretler içerisinde bomboş malikanenin içerisine girdim. Falcı belki 15 odalı bu dev yapının sadece bir odasını kullanıyor, geri kalanı mobilyasız, daha taşınılmamış gibi. Ayakkabıları odasının kapısında çıkardık, içeri girdik ve yere oturduk. Falcı yaşlı bir kadın, belki 90 yaşından fazla, elime baktı, yüzüme baktı, bir bardak suya baktı ve bitmek bilmeyen uzun uzun korece cümleler kurmaya başladı. Bir müddet sonra Will’in başta gergin olan suratının yerini bir gülümseme aldı ve o an farkettim ki Will için ortaklığımız o an daha yeni başlıyordu. Falcı benim başarılı olacağımdan, bol kazanç sağlayacağımdan iyi işler yapacağımdan, ortaklarımla iyi bir uyum içerisinde olduğumu söylemiş.

Bu sınavı da geçmiş olmanın verdiği güven ve falcının verdiği gazla otele döndüm. Gözümde dolar işaretleri 30 küsürüncü kattaki odamdan ortağım Sina’yı aradım ve heyacan içerisinde “Burası inanılmaz, sanki bir piyango çekilişi var, büyük ikramiye 1 milyar dolar, ve sadece 5 bilet var” dediğimi hatırlıyorum.

(Güney Kore’de başarılı olmak için %20′lik bir şansımız olduğunu düşünmek ne büyük saflıkmış.)
O üç günün geri kalanını yeni tuttuğumuz ofiste geçirdim ve İstanbul’a geri döndüm. Hummalı bir çalışma ile web sitesi hazırlandı, “local touch” için kısa bir süre Seoul’de çalışacak Güney Kore ekibi seçildi, Ekip atladı Seoul’e gitti, otellerine yerleşti ve çalışmaya başladılar. Yapılması gereken işler belli, süresi belli, maksimum 2 hafta.. Fakat günler geçiyor hiç bir ilerleme yok, neredeyse 1 aya yakın süre geçti, taş taş üzerine koyulamıyor, 5 dakika alacak düzeltmeler günler sürüyor.. Orada çalışan teknik ekibin günahını alarak söylene söylene uçak biletini aldım, 1 haftalık otel rezervasyonu yaptırıp teftişe gittim.
Sabah işbaşı yaptım ve kolları sıvayarak toplantıya girdim. “Açın bakalım ödeme sistemlerini, nesini entegre edemiyorsunuz ?”.  Toplantı başladıktan 4.5 saat sonra sinirden gözlerimin dolduğunu hatırlıyorum.

brandmarka Seoul ofisi ve ekibi
 
Akın, Emre ve Brandmarka ekibinin bir kısmı (Seoul)
Karşımda 3 Güney Kore’li, “Burada ne yazıyor ?” diyorum (sorduğum da korece yazılmış bir 4 harflik bir kelime), “haaa” ve “hooo” lar içerisinde, hiç durmadan bir şaşırma ünlemi ile minimum bir 15 dakika tartışıyorlar, cevap 2 paragraf. “Yahu 4 harfte bunu mu anlatıyor bu yazı, emin misiniz ?” diyorum, bir 15 dakika daha tartışıp bambaşka 2 paragraf ile cevap veriyorlar. “Blade Runner” gidiyor yerini bitmek bilmeyen bir “Lost in Translation” alıyor.

Güney Kore’de ingilizce bilen birilerini bulmak çok zor. Bulduğun ile de düzgün iletişim kurabilmek daha da zor. Herşeyden fenası Güney Kore’de bir isteğe “Hayır” demenin çok ayıp olduğunu, onun yerine “Evet” dedikten sonra yapmamanın daha terbiyeli bir davranış sayıldığını anlamam uzun, alışmam daha da uzun sürdü. Ve ben böyle bir ortamda talimatlar yağdırıyorum, yarısından çoğu boşa gidiyormuş!
cjmall.comBüyük bir mücadele ile web sitesini ayağa kaldırdık, hadi biraz trafik alalım da görelim dedik, Google yok. (Apple yok, Firefox yok, Linux yok, kullanmaya alıştığımız hiç bir şey yok). Bir şekilde siteye trafik alabileceğimiz bir kaç kanal bulup para yatırıp trafik almayı başardık ama bu sefer de alışveriş gerçekleşmiyor, binlerce ziyaret sonunda belki 1-2 sipariş alabiliyoruz. Koreliler “bu tasarım bize uymuyor, biraz daha renkli, daha dolu, daha hareketli olması lazım” diyorlar. Önüme koydukları, “işte böyle olmalı” dedikleri her bir örnekte moralim daha çok bozuluyor.

Hemen ertesi güne Güney Kore’nin en iyi tasarım ajanslarından birine apar topar randevu alıp kapılarına dayandım. Upuzun sesli harflerle ve ünlemlerle dolu yorucu bir toplantının sonucunda teşhis kondu, “Güney Kore halkı, Avrupalı gibi duran, ama aslında Güney Kore’li olduğunu bildikleri şirketlerden alışveriş yaparlar, eğer senin yabancı olduğunu anlarlarsa asla güvenmezler”. Adamlar resmen bana “hey dostum, biz burada yabancıları sevmeyiz” çekiyor.

E hani Kore şehitleri, Türk, Kore dostluğu, e hani Barış Manço ?

(Bu arada gerçekten de dünyanın en gelişmiş pazarlarından biri olmasına rağmen Güney Kore’de başarılı olmuş yabancı internet şirketi sayısı bir elin parmaklarını geçmez.)

Neyse paralar veriliyor, yeni tasarımlar yaptırılıyor, bir yandan mal bulmak için marka sahiplerinden toplantılar alınıyor ve Seoul’de bulunan en büyük moda markaları ziyaret ediliyor ama tavır çok benzer; önce lokal bir şirket olmadığını duyunca (ve görünce) gelen dudak bükme, ardından “Ben zaten 80 tane internet sitesi için planlamamı yaptım, seninle çalışmam için bana bir sebep söyle” diyor. Ve ben o dönemde bu soruya o kadar hazırlıksızım ki..

Biz o tarihlerde İstanbul’da “Biz eticarete inanmıyoruz, internet sitelerine de güvenmiyoruz, sizinle çalışmayız” söylemine o kadar çok alışmıştık ki, bu söyleme karşı markaları ikna etmek için onlarca taktik geliştirmiştik. Mesela çalışanlarımıza markafoni’nin ilk senesinde markalar ile toplantı alabilmek için internet şirketi olduğumuzu söylemeyi yasaklamıştık. Beyoğlu’nda mağaza açacağız mal almak istiyoruz diyerek toplantı alıp kapıdan içeri girdikten sonra “ama ana kanalımız internet olacak” diye çevirip markaları bağlamaya çalışıyorduk (ve bu numarayı bir seneye yakın kullandık). Hiç unutmam yine bu şekilde Puma’dan bir satış yetkilisi ile toplantı aldık. Şu an hala markafoni’de hem satışın başında hem de icra kurulu üyesi olan çocukluk arkadaşım Çağrı ile birlikte toplantıya girdik. Amacımız Puma’nin mallarını alıp markafoni’de satabilmek. Karşımızdaki satış müdürü daha oturur oturmaz internet sitelerinde satışa ne kadar karşı olduklarından, her gun arayıp mal almak için taciz eden ufak internet sitelerinden ne kadar rahatsız olduğundan bahsetmeye başladı. Daha biz araya giremeden de açacağımız mağazanın adresini sordu. O toplantıdan çıktığımızda Puma ile anlaşmıştık ama hayatımda yaptığım en zor toplantılardan biri oldu diyebilirim.

Gelişmiş bir pazar ile gelişmekte olan bir pazarın dinamiklerinin ne kadar farklı olduğunu da hayatımda ilk defa deneyimlemiş oldum. Güney Kore’deki marka sahipleri üretimlerinin yarısını internet kanalları üzerinden satmak için planlıyorlardı. 20 – 30 farklı internet şirketi ile çalışan markalar ile tanışıp, onlara bizim yaptığımız işin nasıl farklı olacağını, dünyadaki örneklerini anlatmaya çalışıyorduk. Durum Türkiye’de karşılaştığımızın tam tersiydi. Yine de toplantıların çoğu biran önce gitseler de işimize baksak tavrıyla geçiyordu ve yaşı ilerlermiş bir kaç kişi dışında da Güney Kore’de iş yapmaya çalışan bir Türk olmuş olmamın pek bir sempati ile karşılandığını da söyleyemeyeceğim. 5-10 toplantıdan sonra markalar ile olan görüşmelere benim gitmememin daha doğru olacağına karar verdik. Bir hafta kalırım diye gittiğim Seoul’den 2 ay sonra, aklımın bir köşesinde “E hani İlhan Mansız, hani Şenol Güneş?” soruları ile Türkiye’ye döndüm.

Her ne kadar dönüp baktığımda gülümseyerek hatırlasam da markafoni Güney Kore macerası 6 aydan biraz fazla sürdü ve bu 6 ayda sadece 19 sipariş almayı başararak hayatımda yaşadığım en büyük başarısızlık öyküsü oldu. Bütün bu hikayeden aldığım en büyük ders ise haddini bilmenin iş hayatında ne kadar önemli olduğu oldu.

Alıntıdır : http://www.tolgatatari.com/lost-in-translation/

1 yorum: