17 Aralık 2013 Salı

Acemi Bloggerın Dramı




Kaç ay sonra bi hevesle yazdığım postum silindiii !!

                                                 İsyanım var... Tekrar yazmaya üşeniyorum :(


5 Eylül 2013 Perşembe

Sen Tarzını Paylaş, Veet Gardrobunu Yenilesin!

Hissettiği Gibi Giyinerek Tarzını Paylaşanlar, Veet'ten 500 TL veya 50 TL'lik Alışveriş Yapma Hakkı Kazanıyor

Kadınların giyim kararlarında öncelikle pürüzsüz bir cilde sahip olmanın ne kadar etkili olduğunu keşfeden Veet, 'Hissettiğin Gibi Giyin' sloganıyla yeni bir kampanyaya başladı. Kampanya kapsamında Veet kadınlarının Instagram veya Facebook'taki fotograflarıyla katılabilecekleri bir stil yarışması hayata geçiriliyor.

Kişilerin hissettikleri gibi giyinerek oluşturdukları günlük tarzlarını paylaşarak katılacakları yarışmada kazananlar gardroplarını yenilemek üzere alışveriş kuponları kazanyor. Veet'in yeni reklam yüzü Bade İşcil Süalp'in jüriliğini yapacağı yarışmada, Bade'nin seçeceği bir kişi her hafta 500 TL'lik alışveriş yapma hakkı kazanırken, en çok oy alan 10 kişi de 50 TL'lik alışveriş kuponu kazanıyor.

Kullanıcılar yarışmaya katılmak için hissettikleri gibi giyindikleri fotoğraflarını http://veetilehissettigingibigiyin.com/ adresinden bağlanarak veya www.facebook.com/veetturkiye'de yer alan uygulamaya girerek gönderecekler. Instagram'la yarışmaya katılmak için Instagram'a yüklediğiniz fotograflarda #hissettigingibigiyin hashtagini kullanmak gerekiyor. Kullanıcılar, Facebook albümlerinden  seçtiğiniz bir fotograf veya Instagram'daki hashtagli fotograflarını uygulamaya yükledikten sonra katılım formunu eksiksiz doldurarak ödül kazanma hakkı elde edecekler.

Her hafta yüklenen fotoğraflar arasından Bade İşçil'in seçeceği 1 kişiye 500 TL'lik alışveriş yapma hakkı hediye edilecek. Bunun yanı sıra her hafta fotoğrafları en çok oy alan 10 kişi 50 TL'lik alışveriş yapma hakkı ve yarışmada en çok oy veren 10 kişi Veet Hediye Sepeti kazanacaktır.

Bade İşçil Süalp'in reklam yüzü olduğu Veet, bu yarışma ile birlikte hem takipçileriyle aktif bir diyalog kuracak hem de hediyeleri ile onları mutlu edecek. http://veetilehissettigingibigiyin.com/ 'dan veya www.facebook.com/veetturkiye adresinden ulaşılabilecek yarışma 20 Ağustos 2013 tarihinde başlayıp 24 Eylül 2013 tarihinde sona erecektir.

Bir bumads advertorial içeriğidir.

4 Eylül 2013 Çarşamba

Nerelerdeydim Ben !!

Son dönemlerde nerelerdeyim ben hiç gözükmüyorum !!

Blogu biraz aksattım farkındayım. Ama iş güç derken biraz kafam dağınıktı. Bir ara Rumeli Kavağı'ndaki balık restoranlarından bahsetmeyi planlıyorum fakat bugünkü konumuz birkaç kitap. Son zamanlarda elim sürekli tarihi romanlara gider oldu. Ahmet Ümit ve İskender Pala başı çekenlerden. Eski dönemlerde geçen ve ana konusu "ilahi aşk" olan kitaplar aldı beni götürdü..


İlk Kitabımız Ahmet Ümit Bab-ı Esrar : İlk defa Ahmet Ümit okuyorum fakat diğer kitaplarına da göz gezdirdiğimde genellikle tarihi cinayet romanları yazıyor gibi bir izlenim kaldı bende. Bu kitap da aslında günümüzde geçiyor. Baba tarafından Türk olan bir kadının işi gereği hiç bilmediği memleketi Konya'ya gelmesiyle başlayan bir çeşit dedektiflik hikayesi. Eski bir semazen ve koyu bir mevlevi olan babası, külli aşk için mürşidiyle birlikte uzaklara giderek küçük Karen'ı terk ediyor. Karen yıllar sonra 30 yaşında bir kadın olarak Konya'ya geldiğinde, babasının ailesini bile terk etmesine neden olan bu "aşk"ını anlamaya çalışıyor.
Kitapta flashbacklerle Mevlana ve Şemsi Tebrizi'nin hayatlarından ilginç hikayeler veriliyor. 400 küsür sayfa olan kitap su gibi akıp gidiyor ve kitapçılardaki raf fiyatı 9,90TL. şiddetle tavsiye edilir.

  
2. Kitabımız İskender Pala'nın en meşhur kitaplarından Babil'de ölüm İstanbul'da Aşk : İskender Pala herkesin bildiği üzere engin tarih ve edebiyat bilgisiyle tanınıyor. Bu kitabında da yine o engin tecrübeyi konuşturmuş. Kitap; Fuzuliye verilen bir sırrı Leyla ile Mecnun kitabının dizelerine gizlemesiyle başlıyor.
Ama en ilginç yanı hikayemizi, dalından koparılıp Leylasının dudaklarına gitmeyi beklerken, hurma ağacıyla harmanlanarak parşömen kağıdına dönüştürülüp sonra Fuzuli'nin enfes dizeleri üzerine yazılan bir çilek tanesinin ağzından okuyoruz. Ayrıca yüzyıllar boyunca elden ele geçerken kronolojik bir Osmanlı tarihi de anlatıyor sevgili çileğimiz. Detaylar ve dil zaman zaman biraz ağırlaşabiliyor ama zaten yazarımız başından uyarıyor "Bizce aşkı tanımayan okuyucu bu kitabı hiç okumamalıdır" diye..

   
Selçuklu ve Osmanlı tarihinden sonra geldik yakın tarihimiz Kurtuluş Savaşı dönemine. Evet son kitabımız Nar ağacı Kurtuluş Savaşı döneminde geçiyor. Nazan Bekiroğlu da dönemi yaşatmak için flashbackler kullanan yazarlarımızdan. Bu detay romanın inandırıcılığını zedeliyor gibi gelebilir kimilerine ama yazar bu geçişleri iyi yapıyorsa eğer size sadece hikayeden keyif almak kalıyor. Nar Ağacı'nda yine günümüzde geçmişini arayan, dedesi ve anneannesinin nasıl tanıştığını bulabilmek için Trabzon'dan kalkıp dedesinin başlangıç noktası olan Tebriz'e giden bir kadının hikayesi. Aslında kadının değil de, o zamanlar has bir delikanlı olan Setterhan'la, sevdiğini kurtuluş savaşına gönderen narin Zehra'nın hikayelerini dinliyoruz. Bu kitap da mutlaka okunması gereken kitaplardan biri diye düşünüyorum.

Daha sonraki postlarımda yine İskender Pala'dan Katre-i Matem, Orhan Pamuk'tan sonunu getiremeyecek kadar sıkıcı bulduğum Masumiyet Müzesi ve üçlemeyi tamamlamak için bu arada okuyabilirsem yine Türk yazarlardan bir kitap okuyamazsam da fantastik yazarlardan Suzanne Colins'in açlık oyunları üçlemesinden bahsedeceğim.

Beklemede kalın ;)

13 Ağustos 2013 Salı

Arko Nem, Facebook Sayfasında Ayça Şen'i Ağırlıyor!

Arko Nem, Facebook’taki takipçilerine keyifli bir yaz yaşatmak amacıyla yürüttüğü 1 Konu 1 Konuk projesinde bu hafta “Yaza devam” diyen Ayça Şen’i ağırlıyor.

Sosyal medyanın sevilen isimlerini Facebook sayfasında ağırlayarak takipçilerinin daha keyifli bir yaz yaşamalarına yardımcı olan Arko Nem, blog yazarı Alışveriş Cini’nden sonra yoluna Ayça Şen ile devam ediyor. 12-18 Ağustos tarihleri arasında 1 Konu 1 Konuk projesi kapsamında Arko Nem sayfasını yönetecek olan Ayça Şen, “Yaza devam” diyor ve kendi deneyimlerinden de yola çıkarak eğlenceli konulara değiniyor. Ayça Şen ayrıca, takipçilerden gelen soruları da bizzat çektiği eğlenceli video ile yanıtlıyor.

Siz de ünlüleri ağırlayan 1 Konu 1 Konuk Projesi’ni yakından izlemek ve 1 hafta boyunca Ayça Şen ile keyifli vakit geçirmek istiyorsanız Arko Nem Facebook sayfasını takip edebilirsiniz.




arkonem-aycasen



















Bir bumads advertorial içeriğidir.

30 Temmuz 2013 Salı

Makyaj Temizleme İşkencesine Son

Makyaj yapmanın en eğlenceli bulduğum kısmı, göz makyajına geldiğim o keyifli an! Makyajın en göz alıcı tarafı resmen. O günkü keyfime göre hareket edip iddialı bir dumanlı göz makyajı mı, daha aydınlık bakışlar için açık tonlarla bir göz makyajı mı, renklerin enerjisini taşıyarak rengarenk bir göz makyajı mı yoksa daha doğal tonlarla göz rengimi belirginleştirdiğim bir göz makyajı mı yapmanın kararını vermek, ruhuma göre davranmak işin en keyif veren noktası.

Ancak gün sonunda, eve gelip o makyajı temizlemek, itiraf etmeliyim ki hem üşendiğim hem sıkıcı bulduğum bir eylem. Üstelik hassas göz çevresine sahip olduğum için, göz çevremi yıpratıcı özelliğinden dolayı her göz makyaj çıkarıcısını kullanamıyorum. Hassas göz çevrem için seçici olmak zorundayım. Makyajımı çıkarmayı bir Garfield üşengeçliğine bürünüp erinme haliyle yaptığım için bana pratiklik sağlayan, etkili ama aynı zamanda da hassas cildime uygun bir göz makyaj çıkarıcısına yönelmeyi tercih ediyorum. L'oreal Paris'in 3 Etkili Kusursuz Makyaj Temizleme Suyu, parfüm içermeyen ve alerji yapmayan özelliklere sahip. Parfüm içermemesi benim için büyük bir artı, çünkü kozmetik ürünlerinin içerisindeki parfüm cildimi en çok kaşındıran madde olduğu gibi kokuya duyarlı olduğum için cilt makyaj ürünlerinde parfümsüz ürünleri almayı yeğliyorum. Hipoalerjenik olması, benim gibi hassas göz çevresine sahip olanların en olmazsa olmazı. Üstelik hem yüz hem göz makyajımı çıkardığı için bu anlamda da bana pratiklik sağlıyor.

Tatile çıktığımda işin en sıkıcı tarafı olan valiz hazırlama kısmında da yardımcı oluyor. Tatil zamanı birden fazla büyük valizle oradan oraya taşınmayı sevmediğimden, ufak derli toplu ve aradığımı bulduğum, lüzumsuz eşyalarla dolu olmasını istemediğim bir valiz hazırlamayı seviyorum. Makyaj malzemelerimi seçerken de, hem pratik hem yer kaplamayan ürünleri tercih ediyorum haliyle. L'oreal Paris Makyaj Temizleme Suyu, bana bu konuda da zorluk çıkarmıyor. Şişesi ergonomik yapıda, kocaman makyaj temizleme sularını yanımda taşımama gerek kalmıyor. Hem yüz hem göz makyajımı da çıkarabildiği gibi cildimi de makyaj sonrası yatıştırma konusunda başarılı.

Makyaj çıkarmak, makyajın en sevimsiz yanı gibi gelse de iyi bir makyaj çıkarıcınız var ise, bu anlamda yola 2-0 önde başlıyorsunuz. Cildimizin nefes alması, temiz bir cilt ile yatağa yatmak kendimize yapacağımız en büyük iyilik. L'oreal Paris 3 Etkili Temizleme Suyu hem hafif, hem gözlerimi yakmadan makyajımı çıkarmada etkili, hem de cildimi rahatlatıcı özellikte. Az miktarda temizleme suyunu bir pamuk yardımı ile cildime uygulayarak özenli hareketlerle cildimi yıpratmadan makyajımı çıkartıyorum. Su formunda olduğu için hafiflik ve ferahlık sağlıyor.

Makyajla birlikte yaydığımız cazibenin daha uzun sürmesini istiyorsak, makyajı daha kusursuz gösteren iyi bir cildin gücünü de unutmamalıyız. Bu yüzden cildimize bakımını es geçmeden özen göstermeliyiz. Tıkanan gözenekler ve erkenden yaşlanan bir cilt ile baş başa kalmak istemiyorsak, makyaj çıkarmanın önemini fark etmeliyiz. L'oreal Paris 3 Etkili Kusursuz Makyaj Temizleme Suyu, hassas ciltlerde bile etkili, pratik ve rahatlatıcı özelliklerinde olup, makyaj kalıntılarıyla sizi fazla uğraştırmadan, geride ferah bir cilt bırakıyor. İyi bir makyaj için, iyi bir cilt de gerektiği gerçeğini görmezden gelmiyorsanız, rahatlıkla kullanabileceğiniz formdaki bu makyaj suyu makyaj masanızda yerini alması gerekengillerden.

İlk defa L'oreal Paris tarafından getirilen, üstelik oldukça uygun fiyatlı olan bu ürünü sadece eczanelerde değil, market ve parfümerilerde de bulabilmeniz mümkün.


Bu içerik miskinkek.blogspot.com tarafından hazırlanmıştır.

Bir bumads advertorial içeriğidir.

16 Temmuz 2013 Salı

Bir iş gezisi masalı...


Düşünün!! 

Bir iş gezisine çıkıyorsunuz. Havaalanında uçaktan inip kiralık aracınızı teslim aldıktan sonra otelinize geciyorsunuz. Bir vale gelip kapınızı açıyor ve topuklu ayaklabilarinizi tıklata tıklata lobiden rüzgar gibi geçip check in yaptırdıktan sonra odanıza çıkıyorsunuz. Birkaç gün boyunca giyeceğiniz kıyafetleri daha fazla burusmasinlar diye dolabınıza astıktan sonra islerinizi halletmek üzere yola koyuluyorsunuz.  
Gün bitiyor ve odanıza dönüp guzel bir duş alip, sehrin popüler bir mekanında yemek yedikten sonra otelin Barında birşeyler icmek icin oturuyorsunuz. 

Simdi müsaadenizle son kalan görüntüyü bir çekiç darbesiyle şangıırrr diye yere indiriyorum. 

O dediğimiz anca filmlerde olur!! 

Yabancı bir sehirde tek basına olmak bokum gibi birşey !!

Gezilecek görülecek yerler kesfetseniz bile yanınızda keyif alacağınız birilerine gösteremedikten sonra hiç bir anlamı olmuyor :( 

Ayrıca keyifli mekanlar bulsanız da gidip max. Kac dk. Oturabilirsiniz ki tek basınıza?! 

Hele de otelin barı?!! Ha ha !!

Mal mal odanızda oturursunuz öyle.. Hele bir de şirketiniz masraf olmasin diye sehrin en ucuz otellerinden birini ayarladıysa gecmis olsun :)

Odanızda (sanliysaniz balkonda) tek basına otururken arkadas olsun diye esinizi aradığınızda "ya hayatım tamam sonra konuşuruz Osmanlar geldi PS oynucaz" dediyse, "3 gün evden ayrılıyorum paşam fırsatını kaçırmıyor" diye iciniz içinizi yer. 

Kavga başlatayım da bari hemen kapatmasın niyetiyle "ben de alemlere akıyorum hazırlandım cikicam " diye bir hamle yaptığınızda "ha ha tamam hadi cocuklar bekliyo kapatıyorum ben" derse bi de..atın beni denizlereee...

Gecenin geri kalanı, daha once hiç izlemediginiz bir dizinin 52. Bölümünde kim kimin nesiymis çözmeye çalışırken daha fazla direnemeyip sızmakla son bulur. 

Tabi saat 9:30 da kapanan gözler, sabahın 6:00 sında istemeden aciliverir ve yalnizlikla dolu daha uzun bir güne erkenden başlamış olursunuz. 

Bu uzun günün aksamı icin size küçük bir tavsiye; alın laptopunuzu sehrin o popüler mekanına gidin, kendinize bir kahve söyleyin ve bloğunuz icin bir post yazın ;)

(Ama benim laptopum yoktu iPhone dan yazılan postun yazım hatalarının da kusuruna bakmayın ;)

3 Temmuz 2013 Çarşamba

JAPON TEKNOLOJİLERİ İYİ DE, PEKİ İNSANLARI NASIL?

Yaklaşık bir aydır bir Japon firmasında işe başladım. 

Uzak Doğu insanıyla ilgili bilgim okuduğum bikaç yazıdan öte geçmezken, şimdi onlarla çalışmak değişik bir deneyim doğrusu.
Daha önce Markafoni'nin Güney Kore deneyimiyle ilgili paylaştığım yazıda da birkaç konudan bahsediliyor, buradan ulaşabilirsiniz. 




Öncelikle şunu belirtmeliyim ki bizim için Kore, Çin, Japon hepsi aynı gibi bir yanılgı söz konusu. Aslında hiçbir şekilde birbirleriyle alakaları yok. Yemekleri, dilleri, kültürleri çok farklı. Ama tabi Uzak Doğu insanı olarak genel karakteristik özellikleri var. 

Mesela genel olarak ufak tefek diye bilmemize rağmen bizim satış müdürümüzün boyu 1,83 civarlarında :)
Ayrıca tabi benim gördüğüm bikaç kişiyle genelleme yapılmaz ama çekik gözlü olmalarının dışında pek de benzemiyorlar. 

Daha yeni ise başlamış olmama rağmen hep gereksiz şeyleri merak eden ben, satış müdürümüze "sizin oraların en yakışıklısı kim?" diye sordum ve şu cevabı aldım.  





Dürüst olmam gerekirse aslında kendisini hiç müdür gibi hissetmiyorum, çünkü ciddi anlamda çok sempatik ve güler yüzlüler. Bizim Türk şirketlerindeki, karşısında taş kesildiğimiz müdür profilinden çok uzaktalar. 
Olumsuz bir şey bile söyleseler sürekli gülümsüyorlar. 

Veee galiba dillerinde "hayır" kelimesi yok anladığım kadarıyla. Çünkü 1 aydır hiç duymadım. 
Diğer yandan "evet" demek olan "hai" kelimesini yüzlerce tonlamada söyleyebiliyorlar. Henüz çözemedim ama galiba bu tonlamalardan bazıları " belki, hayır, ne alaka, yok öle bişey" falan anlamlarına geliyor olabilir :)
Her konuyu çok bildiğimizden, her sistemi eleştiren Türk insanına karşı hep "hai, bunu bizle paylaştığınız için teşekkürler", "hai, bu konuyu düşünelim" modundalar.

Zamanları ve paraları çok kıymetli. Her konuda çok dakik ve titizler. Şirketin parasını kendi paraları gibi görüp tek bir kuruşunu bile boşa harcamıyorlar. 

Çok çalışkan olmalarına rağmen mesai saatlerini 1 dk geçirmiyorlar. Bilemiyorum belki bu özellikleri Türk çalışanlarla aralarını bozmak istemediklerindendir. Bıraksan onlar gece gündüz minicik bir odada çalışırlar. Hatta duyduğuma göre  Tokyo'da eve gidip gelmekle vakit kaybetmemek için tek bir yataktan oluşan küçük morg evler varmış. 

Günde 5 vakit toplantı yapabilirler. Aynı konuları defalarca ve saatlerce konuşabilirler. 
Bir konuda karar vermelerini bekliyorsanız günlerce hatta aylarca bekleyebilirsiniz. 
Bizim gibi tez canlı insanların işi zor anlayacağınız. 
Bir de her şeyi gülerek ve olumlu şekilde söyledikleri için, aldıkları kararı yanlış anlamanız da muhtemel :)

Özellikle iş ilişkilerinde karşılarındaki kişilere inanılmaz saygılılar ve ilişkiyi bozacak davranışlardan ciddi derecede kaçınıyorlar. Sinirlendikleri zaman gülümseyerek  "No problem" diye tekrar ediyorlar :) 

Gerçek düşüncelerini ancak iş dışında ve karaoke eğlencesinde öğrenebilirsiniz. Çok enteresan bir şekilde sesleri güzel olsun ya da olmasın karaoke milli eğlenceleri :)

Genel olarak sevilesi insanlar ve ayrıca da çok şirin Türkçe konuşuyorlar. 




22 Haziran 2013 Cumartesi

Son 3 hafta Vee Çekilşimin sonucu....

Son üç haftadır blog konusunda çok da verimli olduğum söylenemez.

Çok uzun bir Mayıs ayı oldu benim için. Bitmek bilmedi ama Haziran'a baktığımda ayın 22 sine gelmişiz bile.

Ülkemizde son dönemde yaşanan olayların nabzını tutmak için sürekli takipte kaldığımız, İki kişi yan yana gelince mutlaka Gezi Parkı'ndan bahsettiğimiz bir üç hafta geçirdik. Bu olayların bu kadar uzun sürmesi, kayıplara ve gerek fiziksel gerekse ruhsal hasarlara yol açması elbette kimsenin istemediği durumlardı. 

Ülkenin gruplaşması ikiye ayrıştırılması, tahammüllerin azalıp her iki kesimin de birbirine hakaret ve alay içerikli sözler sarf etmesi de hiç karşılaşmak istemediğimiz durumlar oldu.

Devlet malının, caddelerin, sokakların, esnafın, her şeyden habersiz çocukların, savunmasız insanların zarar görmeleri, hakkını aramak isteyenlerin de, ekmek parası uğruna emir kulu olanların da günlerce uymadan arbede yaşamaları her kesimden insanı derinden üzdü.

Apolitik gençliğin de fikirleri olduğuna, bazen de çok çabuk gaza gelinebildiğine, yine de milli duygularımızın ne kadar kuvvetli olduğuna,  politikacıların bazen apayrı bi kafada yaşadığına, aynı resmin altındaki yazıların değiştirilerek her iki kesimde de farklı yorumlanabildiğine, gerçekliği araştırılmadan bi heyecanla paylaşım yapmamak gerektiğine,şahit olduk.

 


Vel hasıl kelam çok şey öğrendik..

Benim öğrendiklerim ; Haklı suçlu aramak yerine kendi fikirlerimizi edinmenin en doğru olduğu, İki taraf diye ayırmak hiç hoşuma gitmiyor ama her kesimin doğru ve yanlış taraflarının varlığı ve kişileri değil fikirleri desteklemek gerektiği oldu.

Şimdiiii gelelim konumuza söz konusu çekilişimin kazananı : HÜSNE ASLAN oldu.
Videoya da buradan ulaşabilirsiniz.

 


Umarım beğenir, mutlu günlerde kullansın.

Hepinize çekilişime göstermiş olduğunuz ilgi için teşekkür ederim. En yakın zamanda yeni hediyelerimi paylaşmak için sabırsızlanıyorum.


16 Haziran 2013 Pazar

İlk çekilişim hayırlı uğurlu olsun

Güncellenmiştir:

Sizler için seçtiğim hediyeler sonunda elime ulaştı. Çekilişime katıldınız mı??






Bu gün Sevgili eşimin doğum günü.. Davullarla zurnalarla kutlansın.. Güneş açsın, kuşlar cıvıldasın.. Ülkede bir bayram havası, bir şenlik olsun :)

Bu günün şerefine ben de çekiliş yapmaya karar verdim. Beğeneceğinizi umduğum hediyelerim var. Sizler için özel sipariş ettim. Henüz elime ulaşmadıkları için ancak resimlerini paylaşıp, elime ulaştığı zaman da bir güncelleme yapmayı düşünüyorum.

Haydi bakalım şenlikler başlasın :)

Aynalı makyaj çantası,


 Dekoratif kalpli mandallar <3
 
Kahve kupası
 Şeker mi şeker bir tuzluk takımı
Vee şirin bir Şişe kılıfı
 
Şartlarım Blogumda takipçim olmanız,
Facebook, Twitter, ya da Blogunuzda çekilişimi duyurmanız,
Twitter (buradan) ve Bloglovin de takip etmeniz +1 puan
 
E-mail adresleriniz ve bunların linkini paylaşmanız.
 
Çekilişim 16 Haziran'a kadar devam edecek.
 
Umarım beğenmişsinizdir hediyelerimi. Bu arada beğendiğim ve beğeneceğinizi düşündüğüm ilginç ve şirin şeyleri de sepete eklemeye devam edeceğimi dip not olarak belirtirim ;)
 

15 Haziran 2013 Cumartesi

Müsadenizle..

 Son üç haftadır yaşanan olaylardan sonra sonunda bugün bir post yayınlamak için heveslendim. Ta ki akşam sularında başlayan müdahaleye kadar.

Söylenecek çok söz var, ama  bi yerlerde tıkanıyor. Gezi'ye giden, o ortamda bulunan daha iyi anlar.

Allah yardımcımız olsun..

Çekilişimle ilgili olarak da 16 Haziran son gün demiştim. Ama kazananı açıklamak için bir süre daha izninizi istiyorum.

3 Haziran 2013 Pazartesi

Bu blogda direniş var!!

Suan sehir dışında oldugum ve imkanlarım kısıtlı olduğu icin düzgün bir post yayinlayamiyorum ama canı gönülden direniyoruz. 
Aklımız kalbimiz orda dayan Türkiyem

Bu blogda direniş var !!

28 Mayıs 2013 Salı

3 Klasik Film - Mutlaka izleyin

Bu hafta izlediğim 3 klasik filmden bahsetmek istiyorum.

Hepsi de ayrı ayrı etkisine aldı beni. Akşamları gözümü kapattığımda birinin içinde buluyorum kendimi.

Belki de bir çoğunuzun izlediği ama benim adını duyup da izlemekte çok geç kaldığım filmler..

İlki Gandhi..



Mahatma  Gandi'nin hayatını anlatan 1982 yapımı biyografik film. 20. yüzyılın ilk yarısında İngiltere'nin Hindistan'da koloniler kurması ve Hindistan'ın durumu etrafında toplanan filmin yönetmenliğini Richard Attenborough yapmıştır. Gandi rolüyle Ben Kingsley, Akademi Ödülü aldı.

Filmi fazla iyimser buldum açıkçası. Ama yine de gerçekten insanı içine çekiyor. Ayrıca Gandi'nin ölümü sahnesinde 300,000 figüran kullanarak bir rekora imza atmışlar.

Diğeri Bugün Aslında Dündü (Groundhog Day )



Bir hava durumu spikeri olan Phil Connors, yapımcısı ve sevimli kameramanı ile birlikte Pennsylvania'daki Punxsutawney kasabasına geleneksel Groundhog Day şenliklerini görüntülemek için gönderilir. O gün, belki de Phil'in hayatının en kötü günüdür, ama bundan beteri de vardır: Phil'in karabasanı, her gün tekrarlanır. Artık her gün, onun için Groundhog Day yeniden yaşanmaktadır. Phil, o gün olacak her şeyi bildiği için bunun avantajlarını kullanmayı zamanla öğrenir. Ama, hayatının kadının kalbini kazanması için daha yapması gereken çok şey vardır.
 
Bütün filmi baş rolü Tom Hanks zannederek izlediğimi itiraf etmeliyim. Bi yandan da "noolmuş bu adama ya bu filmde chuckye benzemiş" diyip durdum. Meğer o değilmiş :)
 
Bu öyle bir film ki bittiğinde sanki kendimi gerçekten bir oyunun içindeymişim de hayatımda zorluk, sıkıntı, aşılmayacak bir şey yokmuş gibi hissetmeye devam ettim. Aman bugün olmuyorsa yarın hallederiz. Nasılsa hep aynı şeylerle savaşmıyor muyuz??
 
Sonuncusu ve beni en derinden etkileyeni : Into the Wild
 
 
Şu resmi eklerken bile içim bir başka oldu.

Anne ve babasıyla sorunları olan Christopher McCandless, 1990 yılında mezun olduktan sonra biriktirdiği 24.000 doları bir vakfa bağışlar ve hayatının seyahatine çıkmaya hazırlanır. Para ve maddiyatın mutluluk getirmeyeceğine inanır ve en büyük amacı Alaska'ya giderek oradaki vahşi doğayla iç içe yaşayabilmektir. Christopher çıktığı yolda hayatını değiştirecek birbirinden ilginç karakterle karşılaşacaktır.

Gerçek bir hayat öyküsü olduğunu unutmadan izleyin.

Öyle iyi bir oyuncu seçimi olmuş ki, Emile Hirsch gerçekten rolün hakkını vermiş. O kadar yakışıklı ve sevimli bir yüzü ve o kadar iyi bir oyunculuğu var ki film boyunca alıp bağrınıza basmak istiyorsunuz. Mutlaka izlemenizi tavsiye ettiğim için burada spoiler yapmak istemiyorum ama filmi hala hatırladıkça gözlerimin dolduğunu söylemem gerek.

İzleyenleriniz varsa neler hissettiğinizi merak ediyorum??


27 Mayıs 2013 Pazartesi

BİR BAŞARI-SIZLIK HİKAYESİ

Markafoni'nin girişimcisi Tolga Tatari anlatıyor :

Başarısızlıkla karşılaştığınız zaman neden başarılı olamadığınızı düşünün, çünkü her başarısızlık başarının doruklarına giden yolda yeni bir adımdır.”  demiş C. F. Kettering

Hakikaten de iş hayatında başarılı olmuş girişimciler genelde başarısızlık ile ilgili çok daha rahat konuşur, başarısızlıklardan, travması olmayan, alınması gereken dersleri alıp gerisini takmayacağınız, kolay atlatılır bir olaymış gibi bahsederler. Hatta bazı başarısızlık hikayeleri o kadar ilgi çekicidir ki başarılı girişimciler başarıya giden yolda yapılmış ufak kazaları ile övünür, göğsünü gere gere anlatırlar.

Başarısızlığı hazmetmek, her zaman özlü sözlerde olduğu gibi kolay olmayabilir. Hele bazı başarısızlıklar, özellikle 30′lu yaşları geçmiş girişimciler için kaybedilen vakit ve nakitin sonucu, “Aman canım, ders alıp geçtim” diyemeyecekleri travmaları yaratması kuvvetle muhtemeldir.
Ben de bu yazıda başımdan geçen, her ne kadar travmatik sonuçları olmasa da ve geçmişe bakıp gülümseyerek hatırlasam da nasıl dersler çıkarmam gerektiğini bilemediğim bir başarısızlık öyküsü anlatmak istiyorum.

Markafoni’yi yurt dışına açma kararını son derece hızlı aldık ve ilk denememizi Avustralya’da yapmaya karar verdik. Tüm zorluklarına rağmen markafoni Avustralya’nın (brandsexclusive.com.au) başarılı ve hızlı büyüyen bir şirket olması bizi cesaretlendirdi ve “eğer bu kadar uzak ve çok da iyi tanımadığımız bir pazarda başarılı olabiliyorsak bunu her yerde yapabiliriz” diye düşünmeye başladık. O zamanki yatırımcılarımızdan birinin referansı ile Güney Kore’de yaşayan ve profesyonel hayattan girişimciliğe geçme niyeti olan, Will Hugo Yong ile tanıştık. İstanbul’da yaptığımız gün boyu süren uzun topantılar sonucunda Will’e kanımız ısındı, güney Kore’deki ilk özel alışveriş klübünü kurma fikri hoşumuza gitti, Güney Kore’nin iştah kabartıcı rakamlarına heyecanlandık ve kararımızı verdik. markafoni’yi Güney Kore’de açmalıyız!

BrandMarka Login

Will ülkesine geri döndü, ofis arayışlarına girdi, şirket kuruluşu için girişimler başlatıldı, bir yandan web sitesinin tercümesi başladı (Korece klavyeler büyük bir mücadeleden sonra bulundu). Şirketin adına brandmarka koyuldu (neden sormayın, bu kelime oyununu oradaki ekibin pek bir hoşuna gitti) Amacımız Türkiye’de çalışan sistemin birebir aynısını orda kurmaktı. Yapılacak olan tek değişiklik kredi kartı ile ödeme adımında Türk bankaları yerine Güney Kore bankalarına bağlanmak olacaktı. Çalışmalar tam gaz devam ederken, hem oradaki ofisi görmek, hem ekiple tanışmak, hem de teknik toplantıları yapmak için 3 günlüğüne atladım uçağa ve 2010′un Mart ayında beni bekleyen süprizlerden bi haber Seoul’e gittim.

Seoul çirkin ama etkileyici bir şehir, sanki teknoloji olarak dünyanın bir 10 sene ilerisinde gidiyorlar. Şehrin bazı bölgelerinde kendimi Blade Runner filminin içerisinde gibi hissettim (daha o zaman Tokyo’yu görmemiştim). İlk günümü şehri gezmeye ayırdım, inanılmaz bir alışveriş çılgınlığı, neredeyse kundaktaki bebe cep telefonu ile oyun oynuyor, nüfusun neredeyse tamamı internet kullanıcısı… İştah kabartıcı!

Akşamüstüne doğru Will beni falcıya götürmesi gerektiğini, Seoul’deki en meşhur “iş falcısı!”ndan randevu aldığını, falcının Hyundai ve Samsung’un patronlarına fal baktığını, günde sadece bir kişiye fal baktığını, müşterilerinden para almadığını, eğer dediklerini uygular ve başarılı olursan büyük bir hediye vermen gerektiğini, bu falcıdan gün almanın inanılmaz zor olduğunu, o yüzden mutlaka gitmemiz gerektiğini söyledi. Ayrıca Koreliler için yeni bir işe başlamadan önce ortakların beraber falcıya gitmeleri önemli bir adetmiş. Daha fazla itiraz etmenin kabalık olacağını hissederek istemeden de olsa kabul ettim (ama içimden bir ses, eğer bu fal olayı bunlar için bu kadar önemliyse ve de bu falcı olumsuz konuşur, hele bir de “bu ortaklık yürümez” derse, işte o zaman saçma olur diyordu)
Arabayla devasa bir malikanenin önünde durduk, Will bu malikanenin falcıya Samsung’un sahibinin oğlu tarafından hediye olarak alındığını söyledi. Kapıyı sonradan falcının yardımcısı olduğunu anladığım genç bir çocuk açtı, Will önde ben arkasında hayretler içerisinde bomboş malikanenin içerisine girdim. Falcı belki 15 odalı bu dev yapının sadece bir odasını kullanıyor, geri kalanı mobilyasız, daha taşınılmamış gibi. Ayakkabıları odasının kapısında çıkardık, içeri girdik ve yere oturduk. Falcı yaşlı bir kadın, belki 90 yaşından fazla, elime baktı, yüzüme baktı, bir bardak suya baktı ve bitmek bilmeyen uzun uzun korece cümleler kurmaya başladı. Bir müddet sonra Will’in başta gergin olan suratının yerini bir gülümseme aldı ve o an farkettim ki Will için ortaklığımız o an daha yeni başlıyordu. Falcı benim başarılı olacağımdan, bol kazanç sağlayacağımdan iyi işler yapacağımdan, ortaklarımla iyi bir uyum içerisinde olduğumu söylemiş.

Bu sınavı da geçmiş olmanın verdiği güven ve falcının verdiği gazla otele döndüm. Gözümde dolar işaretleri 30 küsürüncü kattaki odamdan ortağım Sina’yı aradım ve heyacan içerisinde “Burası inanılmaz, sanki bir piyango çekilişi var, büyük ikramiye 1 milyar dolar, ve sadece 5 bilet var” dediğimi hatırlıyorum.

(Güney Kore’de başarılı olmak için %20′lik bir şansımız olduğunu düşünmek ne büyük saflıkmış.)
O üç günün geri kalanını yeni tuttuğumuz ofiste geçirdim ve İstanbul’a geri döndüm. Hummalı bir çalışma ile web sitesi hazırlandı, “local touch” için kısa bir süre Seoul’de çalışacak Güney Kore ekibi seçildi, Ekip atladı Seoul’e gitti, otellerine yerleşti ve çalışmaya başladılar. Yapılması gereken işler belli, süresi belli, maksimum 2 hafta.. Fakat günler geçiyor hiç bir ilerleme yok, neredeyse 1 aya yakın süre geçti, taş taş üzerine koyulamıyor, 5 dakika alacak düzeltmeler günler sürüyor.. Orada çalışan teknik ekibin günahını alarak söylene söylene uçak biletini aldım, 1 haftalık otel rezervasyonu yaptırıp teftişe gittim.
Sabah işbaşı yaptım ve kolları sıvayarak toplantıya girdim. “Açın bakalım ödeme sistemlerini, nesini entegre edemiyorsunuz ?”.  Toplantı başladıktan 4.5 saat sonra sinirden gözlerimin dolduğunu hatırlıyorum.

brandmarka Seoul ofisi ve ekibi
 
Akın, Emre ve Brandmarka ekibinin bir kısmı (Seoul)
Karşımda 3 Güney Kore’li, “Burada ne yazıyor ?” diyorum (sorduğum da korece yazılmış bir 4 harflik bir kelime), “haaa” ve “hooo” lar içerisinde, hiç durmadan bir şaşırma ünlemi ile minimum bir 15 dakika tartışıyorlar, cevap 2 paragraf. “Yahu 4 harfte bunu mu anlatıyor bu yazı, emin misiniz ?” diyorum, bir 15 dakika daha tartışıp bambaşka 2 paragraf ile cevap veriyorlar. “Blade Runner” gidiyor yerini bitmek bilmeyen bir “Lost in Translation” alıyor.

Güney Kore’de ingilizce bilen birilerini bulmak çok zor. Bulduğun ile de düzgün iletişim kurabilmek daha da zor. Herşeyden fenası Güney Kore’de bir isteğe “Hayır” demenin çok ayıp olduğunu, onun yerine “Evet” dedikten sonra yapmamanın daha terbiyeli bir davranış sayıldığını anlamam uzun, alışmam daha da uzun sürdü. Ve ben böyle bir ortamda talimatlar yağdırıyorum, yarısından çoğu boşa gidiyormuş!
cjmall.comBüyük bir mücadele ile web sitesini ayağa kaldırdık, hadi biraz trafik alalım da görelim dedik, Google yok. (Apple yok, Firefox yok, Linux yok, kullanmaya alıştığımız hiç bir şey yok). Bir şekilde siteye trafik alabileceğimiz bir kaç kanal bulup para yatırıp trafik almayı başardık ama bu sefer de alışveriş gerçekleşmiyor, binlerce ziyaret sonunda belki 1-2 sipariş alabiliyoruz. Koreliler “bu tasarım bize uymuyor, biraz daha renkli, daha dolu, daha hareketli olması lazım” diyorlar. Önüme koydukları, “işte böyle olmalı” dedikleri her bir örnekte moralim daha çok bozuluyor.

Hemen ertesi güne Güney Kore’nin en iyi tasarım ajanslarından birine apar topar randevu alıp kapılarına dayandım. Upuzun sesli harflerle ve ünlemlerle dolu yorucu bir toplantının sonucunda teşhis kondu, “Güney Kore halkı, Avrupalı gibi duran, ama aslında Güney Kore’li olduğunu bildikleri şirketlerden alışveriş yaparlar, eğer senin yabancı olduğunu anlarlarsa asla güvenmezler”. Adamlar resmen bana “hey dostum, biz burada yabancıları sevmeyiz” çekiyor.

E hani Kore şehitleri, Türk, Kore dostluğu, e hani Barış Manço ?

(Bu arada gerçekten de dünyanın en gelişmiş pazarlarından biri olmasına rağmen Güney Kore’de başarılı olmuş yabancı internet şirketi sayısı bir elin parmaklarını geçmez.)

Neyse paralar veriliyor, yeni tasarımlar yaptırılıyor, bir yandan mal bulmak için marka sahiplerinden toplantılar alınıyor ve Seoul’de bulunan en büyük moda markaları ziyaret ediliyor ama tavır çok benzer; önce lokal bir şirket olmadığını duyunca (ve görünce) gelen dudak bükme, ardından “Ben zaten 80 tane internet sitesi için planlamamı yaptım, seninle çalışmam için bana bir sebep söyle” diyor. Ve ben o dönemde bu soruya o kadar hazırlıksızım ki..

Biz o tarihlerde İstanbul’da “Biz eticarete inanmıyoruz, internet sitelerine de güvenmiyoruz, sizinle çalışmayız” söylemine o kadar çok alışmıştık ki, bu söyleme karşı markaları ikna etmek için onlarca taktik geliştirmiştik. Mesela çalışanlarımıza markafoni’nin ilk senesinde markalar ile toplantı alabilmek için internet şirketi olduğumuzu söylemeyi yasaklamıştık. Beyoğlu’nda mağaza açacağız mal almak istiyoruz diyerek toplantı alıp kapıdan içeri girdikten sonra “ama ana kanalımız internet olacak” diye çevirip markaları bağlamaya çalışıyorduk (ve bu numarayı bir seneye yakın kullandık). Hiç unutmam yine bu şekilde Puma’dan bir satış yetkilisi ile toplantı aldık. Şu an hala markafoni’de hem satışın başında hem de icra kurulu üyesi olan çocukluk arkadaşım Çağrı ile birlikte toplantıya girdik. Amacımız Puma’nin mallarını alıp markafoni’de satabilmek. Karşımızdaki satış müdürü daha oturur oturmaz internet sitelerinde satışa ne kadar karşı olduklarından, her gun arayıp mal almak için taciz eden ufak internet sitelerinden ne kadar rahatsız olduğundan bahsetmeye başladı. Daha biz araya giremeden de açacağımız mağazanın adresini sordu. O toplantıdan çıktığımızda Puma ile anlaşmıştık ama hayatımda yaptığım en zor toplantılardan biri oldu diyebilirim.

Gelişmiş bir pazar ile gelişmekte olan bir pazarın dinamiklerinin ne kadar farklı olduğunu da hayatımda ilk defa deneyimlemiş oldum. Güney Kore’deki marka sahipleri üretimlerinin yarısını internet kanalları üzerinden satmak için planlıyorlardı. 20 – 30 farklı internet şirketi ile çalışan markalar ile tanışıp, onlara bizim yaptığımız işin nasıl farklı olacağını, dünyadaki örneklerini anlatmaya çalışıyorduk. Durum Türkiye’de karşılaştığımızın tam tersiydi. Yine de toplantıların çoğu biran önce gitseler de işimize baksak tavrıyla geçiyordu ve yaşı ilerlermiş bir kaç kişi dışında da Güney Kore’de iş yapmaya çalışan bir Türk olmuş olmamın pek bir sempati ile karşılandığını da söyleyemeyeceğim. 5-10 toplantıdan sonra markalar ile olan görüşmelere benim gitmememin daha doğru olacağına karar verdik. Bir hafta kalırım diye gittiğim Seoul’den 2 ay sonra, aklımın bir köşesinde “E hani İlhan Mansız, hani Şenol Güneş?” soruları ile Türkiye’ye döndüm.

Her ne kadar dönüp baktığımda gülümseyerek hatırlasam da markafoni Güney Kore macerası 6 aydan biraz fazla sürdü ve bu 6 ayda sadece 19 sipariş almayı başararak hayatımda yaşadığım en büyük başarısızlık öyküsü oldu. Bütün bu hikayeden aldığım en büyük ders ise haddini bilmenin iş hayatında ne kadar önemli olduğu oldu.

Alıntıdır : http://www.tolgatatari.com/lost-in-translation/

22 Mayıs 2013 Çarşamba

ŞŞimdi Rek-lam-lar..

Hiç bi zaman televizyonun karşısına geçip izleyebilen biri olmadım. Ama bu son dönemde evde olduğumdan arada açıyorum.
Ve en sevdiğim kısmı rek-lam-laarr.
Sosyal medyanın yükselişinin tv reklamlarında da bir devrim yarattığı düşüncesindeyim. Reklamlar artık çok daha interaktif, Markalar tüketiciyi de reklamın içine çekiyor, bir parçası haline getirmeye çalışıyor.
E tabi bu durumda doğallığın ve yaratıcılığın sınırlarını zorluyorlar. 

Son dönemdeki en beğendiğim reklam filmleri :

DOĞTAŞ

 
hahaha doğallığına bayıldım. Her izlediğimde gülüyorum bu reklama :)
 
KOROPLAST
 
 
Yaratıcı çözüm önerileri sunan reklamın bir de bulaşık makinesinde ıspanak yıkayanı var :) Ayrıca Koroplast Facebook sayfasından da değişik tüyolar aldım.
Mesela toz şekeri fırın kağıdının arasına serpip üstünde ütü gezdirince pudra şeker haline geliyormuş. Çok değişik.. Yine Facebook sayfasında "Mucide Kadınlar" diye bir de kampanyası var. Buluşunuzu gönderip yarışmaya katılıyorsunuz. Açıkçası benim de aklımda bir buluş var, zaman bulabilirsem bir video çekmeyi düşünüyorum :)
 
HARBİ BİRACILAR
 
 
Bu da çok güldüğüm reklamlardan :) Efes Pilsen'in "birada şeker var mı?" sorusuna açıklık getirdiği Harbi Biracılar kampanyası. Bu serinin bir çok reklam filmi var. Hepsi de birbirinden yaratıcı ve eğlenceli :)
 
ARTEMA
 
 
hahaha bir filmde Engin Günaydın varsa eğlenceli olmaz mı. Bu adamın duruşu bile suratımda kocaman bir gülümsemeye neden oluyor :)
 
 
Sizin de böyle keyifle izlediği yaratıcı reklamlar var mı??

20 Mayıs 2013 Pazartesi

Sana (cup)kek yaptımmm


                             

Hafta sonu çok şirin bir etkinlikteydik.
Decooks Academy ile cupcake yaptıııkkk !!
Şeker hamurlarını mıncıkladık, kremalara bulandık. Kek pişirmenin püf noktalarını öğrendik. Ama söylemem ;)
Merak edenler varsa Decooks Academy şu an yakala.co da kampanyada. Mutlaka deneyin derim..


Bizim için güzel bir masa hazırlamışlar.  

 




Kardeşim Ye Sür Sev ile katıldık bu etkinliğe..

 

Süsleme malzemeleri ve kalıplarımız..
 
 
                                             

        
                                               
 
Ben en çok bu bebişe bayıldım

        
                                                   

Önce yaptık, sonra da bi güzel yedik
  
                                                  
   
   
                                                  
 
 
Bunlar da benim yaptıklarım..
Yakında anne olacak çok sevdiğim bi arkadaşım için..
 
   
 
 
Cupcake ime Fırat konduu :)
 
   
 
 
Hem de sertifikalarımız..
 
     
 
Harikalar Atölyesi adaşım Meryem, önce katıldığı bir etkinlikte sabun yapımını denemiş. Şimdi ise evim kimya laboratuvarına döndü diyor. İnsanın keyif aldığı bir şeye kendini kaptırmaması işten değil. O güne özel bizler için küçük cupcake dekoratif sabunlar hazırlamış. Ne kadar ince..
 
    
 
Gelelim günümüzün mimarlarına. Dilek ve Esra yine kendilerini hobilerine kaptıranlardan. Finans ve İşletme mezunu, ama hayatlarına mutfaklarında devam etmek isteyen iki girişimci, cesaretli ve dünyalar tatlısı..
 

 
   
 
 
 
 
Decooks Academy Mecidiyeköy'de hemen Cevahir AVM'nin arkasında. Cupcake eğitimleri verdikleri gibi özel organizasyonlar da düzenliyorlar.
 Onlara ulaşmak için;
twitter : @CooksDeAcademy
 
 
 
Sevgiler...